1 Temmuz 2012 itibariyle yürürlüğe giren 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu,
günlük hayatımızı çok yakından ilgilendiren düzenlemeler ve yenilikler
getirmiştir. Hiç şüphesiz özellikle bu yeni hükümlerin ve düzenlemelerin yargı
organları tarafından uygulanmasında henüz örnekleri yoktur. Bu nedenle çok uzun
yıllardır yürürlükte bulunan 808 Sayılı Eski Borçlar Kanunu’nu yürürlükten
kaldırarak onun yerine geçen 6098 sayılı Yeni Türk Borçlar Kanunu’nun
adaptasyonu süreci de zaman alacaktır.
Doktrinde ibra, borcu sona erdiren nedenlerden birisi olarak tanımlanmakta,
borcun alacaklı tarafından tahsil edildiğini tevsik eden bir araç olarak
nitelendirilmektedir. 6098 Sayılı Kanun ile getirilen yeni düzenlemelerden bir
tanesi de “İşçinin İbranamesi” düzenlemesidir. İş hayatında çalışanların hizmet
sözleşmelerinin herhangi bir nedenle sona ermesi ile birlikte düzenlenen ve
çalışanın işverenden tüm haklarını aldığı yönündeki beyanını içeren İbranameler,
aslında hiç yabancı bir kavram değildir. Yargıtay kararlarında sıklıkla
tartışılmış, Yargıtay tarafından bazı unsurlarının zorunlu olduğu ve bunlar
olmaksızın bir ibranamenin çalışan aleyhine kullanılamayacağı dahi
belirtilmiştir. Fakat bu çok önemli hukuki müessese hakkında, 1 Temmuz 2012
öncesi ne 808 Sayılı Borçlar Kanunu’nda ne 4872 Sayılı İş Kanunu’nda ne de başka
bir mevzuatta işçinin işvereni ibra ettiğini gösterir “ibraname” ile ilgili bir
düzenleme vardı. Tam da bu nedenledir ki ibraname, yeni bir düzenleme olmasına
rağmen, hukuki literatüre ve iş hayatındaki oyunculara yabancı bir kavram
değildir.
6098 sayılı Yeni Borçlar Kanunu’nun Hizmet Sözleşmeleri başlıklı 6. Bölümünde,
Kanun’un “Ceza Koşulu ve İbra” başlıklı 420. Maddesinde yer alan düzenleme,
aşağıdaki gibidir:
V. Ceza koşulu ve ibra
MADDE 420- Hizmet sözleşmelerine sadece işçi aleyhine konulan ceza koşulu
geçersizdir.
İşçinin işverenden alacağına ilişkin ibra sözleşmesinin yazılı olması, ibra
tarihi itibarıyla sözleşmenin sona ermesinden başlayarak en az bir aylık sürenin
geçmiş bulunması, ibra konusu alacağın türünün ve miktarının açıkça
belirtilmesi, ödemenin hak tutarına nazaran noksansız ve banka aracılığıyla
yapılması şarttır. Bu unsurları taşımayan ibra sözleşmeleri veya ibraname kesin
olarak hükümsüzdür.
Hakkın gerçek tutarda ödendiğini ihtiva etmeyen ibra sözleşmeleri veya ibra
beyanını muhtevi diğer ödeme belgeleri, içerdikleri miktarla sınırlı olarak
makbuz hükmündedir. Bu hâlde dahi, ödemelerin banka aracılığıyla yapılmış olması
zorunludur.
İkinci ve üçüncü fıkra hükümleri, destekten yoksun kalanlar ile işçinin diğer
yakınlarının isteyebilecekleri dâhil, hizmet sözleşmesinden doğan bütün tazminat
alacaklarına da uygulanır.
420. madde uyarınca, ibranamenin geçerli olması için öncelikle ibranın yazılı
olması, ibraname tarihinin sözleşmenin sona ermesinden en az 1 ay sonrası
olması, ibraya konu alacağının türü ve miktarının açıkça yazılı olması, ödemenin
noksansız ve banka aracılığı ile yapılmış olması gerekmektedir. Bu unsurları
taşımayan ibra sözleşmeleri kesin olarak hükümsüzdür. Kesin olarak hükümsüz
olmanın sonucu, bu sözleşmenin hiç imzalanmamış sayılması, hukuken yok hükmünde
olmasıdır.
Maddenin devamında, yukarıda yazılı hükümleri içermeyen ancak ibra beyanı
şeklinde düzenlenmiş belgelerin makbuz hükmünde olacağı, ancak bu makbuzun da
ödemenin işçi adına banka aracılığı ile yapılmış olması halinde geçerli olacağı
ifade edilmiştir. Buradan anlaşılacağı üzere, artık işçiye elden yapılan
ödemelerin, ispat anlamında işvereni koruyucu olmayacağı açıktır.
Maddenin son fıkrasında, ibraname ile ilgili düzenlemelerin ve geçerlilik
şartlarının, işçinin ölümü halinde yakınlarının talep edebilecekleri tazminat
ödemelerinde ve hizmet sözleşmesinden doğacak diğer tüm tazminatlar için de
geçerli olacağı ifade edilerek, oldukça geniş bir uygulama alanı çizmiştir.
İlk bakışta maddenin lafzından yola çıkarak Kanun koyucu tarafından amaçlananın
öncelikle işçilerin ibranameleri işveren baskısı altında imzalamasını
engellemek, ibranamelerin işçinin (veya işçi yakınlarının) olası bilgisizliği ve
öngörüsüzlüğünü kullanarak imzalatılmasına mani olmak ve belirli bir düzenleme
çerçevesinde hazırlanmasını sağlamak olduğu söylenebilir.
Kanun öncesinde Yargıtay uygulamasına bakıldığında, benzer kriterlerin aslında
yerleşik Yargıtay içtihatları olarak uygulanmakta olduğunu, kanun koyucunun 420.
Madde ile Yargıtay içtihatlarını bir kanun maddesi ile yasalaştırmayı amaçladığı
gözlemlenmektedir. Bu kapsamda örnek olarak verilen aşağıdaki Yargıtay kararları
da dikkate alındığında, çeşitli kararlarda 420. Maddede belirtilen geçerlilik
şartlarının zaten fiilen uygulanmakta olduğu görülecektir:
Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nin 2007/19423 E – 2008/12887 K sayılı ve 27.05.2008
tarihli kararında, iş ilişkisi sürerken düzenlenen ibranamenin geçerli
olmayacağı ifade edilirken, Borçlar Kanunu’nda ibranameye ilişkin bir
düzenlemenin yer almamasını da eleştirmiştir. Bu eleştirisini şu şekilde ifade
ettiği kararda görülmektedir:
“İbra sözleşmesi, İsviçre Borçlar Kanununun 115. maddesinde düzenlendiği halde
Türk Borçlar Kanununa bu madde alınmamıştır. Bir kanunda ana kurallar ve
kurumlar oluşturulurken ibra gibi önemli bir kurma yer verilmemiş oluşunun ancak
hata sonucu olabileceği öğretide ileri sürülmüştür ( Berki, Şakir: Borçların
Sukutu, AÜHF, Cilt XII. s. 237 ). Bununla birlikte gerek öğretide gerek
uygulamada ibraname, bir borcun tam ya da kısmen ifa edilmeden sona ermesini
sağlayan özel sukut nedeni olarak kabul edilmektedir ( Feyzioğlu, F.N: Borçlar
Hukuku Umumi Hükümler, Cilt II, İstanbul 1969, s. 351 ). Bu noktada ibra
sözleşmesinin bir ödeme yönünde bir anlaşma olmadığı, borcun kısmen ya da
tamamen tatmin edilemeyen sona erme şekillerinden biri olduğu belirtilmelidir.”
Devamında ise Yargıtay ibranamenin işçi aleyhine sonuç doğuracak bir işlem
olarak değerlendirilmemesi gerektiğini, ibranamenin işçinin irade fesadı içine
düşürülmesi olarak algılanmasının hukuken kabul edilemeyeceğini bildirmiştir:
“İş Hukukunda ibra sözleşmesi ibraname adıyla yaygın bir uygulama alanı
bulmaktadır. İbra sözleşmesinin tanımı, şekli ve hükümlerinin Borçlar Kanununda
düzenlenmesi gerekliliğinin ötesinde, İş Hukukunun işçiyi koruyucu özelliği
sebebiyle İş Kanunlarında normatif hüküm olarak ele alınması gerektiği açıktır.
İşçi, emeği karşılığında aldığı ücret ve diğer parasal hakları ile kendisinin ve
ailesinin geçimini temin etmektedir. Bu açıdan bakıldığında bir işçinin nedensiz
yere işvereni ibra etmesi hayatın olağan akışına uygun düşmemektedir. İş
Hukukunda ibra sözleşmeleri dar yorumlanmalı ve borcun asıl sona erme nedeni ifa
olarak ele alınmalıdır. Borcun tatmin edilemeyen sona erme şekillerinden biri
olan ibra sözleşmelerine İş Hukuku açısından sınırlı biçimde değer verilmelidir.
Yeni Borçlar Kanunu tasarısında bu konuya değinilmiş ve 419. maddesinde, işçi ve
işveren ilişkileri açısından ibra sözleşmesine dair bazı kurallara yer
verilmiştir. Bahsi geçen düzenleme de, işçilik alacaklarını sona erdiren ibra
sözleşmelerinin sınırlı biçimde ele alınması gerektiğini göstermektedir. Bu
itibarla Borçlar Kanunun irade fesadını düzenleyen 23-31. maddeleri arasında
düzenlenmiş olan irade fesadı hallerinin İş Hukukunda ibra sözleşmeleri
bakımında çok daha titizlikle ele alınması gerekir. İbra sözleşmesi yapılırken
taraflardan birinin esaslı hataya düşmesi, diğer tarafın ya da üçüncü şahsın
hile ya da korkutmasıyla karşılaşması halinde ibra iradesine değer verilemez.”
En nihayetinde Yargıtay ilgili kararında, iş ilişkisi sürerken düzenlenen
ibranamenin geçerli olmayacağına hükmetmiştir:
“Öte yandan Borçlar Kanunun 21. maddesinde sözü edilen aşırı yararlanma ( gabin
)ölçütünün de ibra sözleşmelerinin geçerliliği noktasında değerlendirilmesi
gerekir. İş ilişkisinin devamı sırasında düzenlenen ibra sözleşmeleri geçerli
değildir. İşçi bu dönemde tamamen işverene bağımlı durumdadır ve iş güvencesi
hükümlerine rağmen iş ilişkisinin devamını sağlamak ya da bir kısım işçilik
alacaklarına bir an önce kavuşabilmek için iradesi dışında ibra sözleşmesi
imzalamaya yönelmiş sayılmalıdır. İbra sözleşmesi, varlığı tartışmasız olan bir
borcun sona erdirilmesine dair bir yol olmakla, varlığı şüpheli ya da tartışmalı
olan borçların ibra yoluyla sona ermesi de mümkün olmaz. Bu nedenle işveren
tarafından işçinin hak kazanmadığı ileri sürülen bir borcun ibraya konu olması
düşünülemez. Savunma ile ve işverenin diğer kayıtları ile çelişen ibra
sözleşmelerinin geçersiz olduğu kabul edilmelidir.”
Yeni Borçlar Kanunu’nun 420. Maddesinde ibranamenin geçerlilik şartları
arasında, ibranamenin düzenlenme tarihinin iş ilişkisinin bitiminden en az bir
ay sonra olmasını, ibranın bir geçerlilik şartı olacağını düzenlemiştir. Örneğin
işçinin hizmet sözleşmesi 10.01.2012 tarihinde herhangi bir nedenle sona
ermişse, 10.02.2012 tarihinden önce düzenlenen bir ibra sözleşmesi geçerli kabul
edilmeyecektir. Uygulamada, bu hükmün ibra sözleşmesinin tesisini imkânsız hale
getireceği yönünde bir eleştiriyi yok saymak mümkün değildir. Gerçekten hizmet
sözleşmesi sona erdikten sonra işçinin ibra sözleşmesini imzalaması için davet
edilmesi halinde dahi, ibra sözleşmesinin imzalanması sonucuna ulaşmanın zor
olacağı, özellikle tekstil, turizm, inşaat gibi sektörlerde, yadsınamaz bir
gerçektir.
Yargıtay 9. Hukuk Genel Kurulu’nun 2007/9-645 E – 2007/596 K sayılı ve
19.09.2007 tarihli kararında ise,
“…ibranamede; "fazla çalışma ücretinin ödendiği ve bir alacağın kalmadığı" ifade
edilmektedir. Davalı işverenin savunmasında fazla çalışmanın bulunmadığını
bildirmesi, buna karşılık düzenlenen ibranamede ise fazla çalışma ücretinin
ödendiğinin belirtilmesi nedeniyle ibraname ile savunma arasında bir çelişki
meydana gelmiştir. Savunma ile çelişkili ibranameye değer izafe edilemez”
Denilmektedir. Buradan anlaşılacağı üzere, ibra sözleşmesinin gerçek durumu
aynen ihtiva etmesi, gerçeğe ya da hayatın olağan akışına aykırı ifadelerin
ibranameyi geçersiz hale getireceği ifade edilmiştir. Yeni Borçlar Kanunu’nun
420. Maddesinde, ibranamenin geçerlilik şartlarından olarak kabul edilen “ibraya
konu alacağının türü ve miktarının açıkça yazılı olması” ve “ödemenin noksansız
ve banka aracılığı ile yapılmış olması” hususları, ibra sözleşmesinin işçinin
durumunu açıkça ortaya koyması ve işçinin hangi alacaklarını aldığını bilmesi
gerekliliğinden ileri gelmiştir. Bu şekilde artık ibra sözleşmelerinde, ibraya
konu alacak kalemleri (ihbar tazminatı, kıdem tazminatı, fazla çalışma ücreti,
yıllık ücretli izin alacağı vs. gibi) tek tek sayılmalı, bedelleri de aynı
şekilde yazılarak tüm bu belirtilen ödemeler ilgili banka hesabına ödenmelidir.
Yargıtay tarafından genelde işverenin savunması sırasında sunmuş olduğu ibra
sözleşmelerine veya tek taraflı işçi beyanlarından oluşan ibranamelere ilişkin
birçok başka kararları da bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesi olan, Yargıtay 21.
Hukuk Dairesi’nin 2006/18060 E – 2007/14832 K sayılı ve 20.09.2007 tarihli
kararında, Yeni Borçlar Kanunu’nun 420. Maddesinin 3. Fıkrasına paralel bir
hususa değinilmiştir. Kararda,
“İbra sözleşmesi, İş Kanunu ve Borçlar Kanununda düzenlenmediği halde özellikle
iş hukuku uygulamasında önemli bir yere sahiptir. İbra sözleşmesi gerek öğretide
ve gerekse Yargıtay uygulamasında borcu sona erdiren hallerden birisi olarak
kabul edilmektedir. İbra alacak ve borcu doğrudan doğruya ve kesin olarak
ortadan kaldırmaktadır. Tam ibrada borcun tamamı, kısmi ibrada ise borcun ibra
edilen kısmı sona ermektedir. Bunun sonucu olarak da, borçlu borcundan kısmen ya
da tamamen kurtulmaktadır. (YHGK. 26.10.2005 gün E. 2005/9-546-K.2005/611 ) İbra
ile makbuzu da birbirine karıştırmamak gerekir. İşçiye yapılan ödemeleri miktarı
ile gösteren ve ibraname adı altında düzenlenen belgeler makbuz niteliğinde
kabul edilir ve eksik kalan miktar var ise bu kısım göz önünde bulundurulur.
Hukuk Genel Kurulunun 17.03.1978 gün 1977/10-26 E, 1978/250 K. sayılı ve
17.12.2003 gün 2003/9-778 E-2003/796 K. sayılı kararlarında bu durum hüküm
altına alınmıştır. İbra sözleşmesinde işçilik haklarından bir kısmından söz
edilmesi durumunda sözleşme metninde yer almayan alacak kalemleri yönünden
borcun sona ermediği açıktır. Genel bir ifadeyle işverenin ibra edildiği
şeklinde açıklama bu konuda yeterli sayılmamalıdır.”
Kararda yer alan ifadelere paralel olarak, 420. Maddenin 3. Fıkrasında da
“Hakkın gerçek tutarda ödendiğini ihtiva etmeyen ibra sözleşmeleri veya ibra
beyanını muhtevi diğer ödeme belgeleri, içerdikleri miktarla sınırlı olarak
makbuz hükmündedir. Bu hâlde dahi, ödemelerin banka aracılığıyla yapılmış olması
zorunludur” ifadesini kanun koyucu hükmetmiştir. Açıkça ifade edildiği üzere, bu
şekilde makbuz hükmünde olması için, ödemelerin banka kanalı yapılması
zorunludur.
Son olarak, Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nin 2007/22215 E. – 2008/15537 K sayılı ve
13.06.2008 tarihli kararında, işverenin ibrasının geçerliliği ve ibranamenin
makbuz niteliği konularında ışık tutmuştur. Bu kararda da benzer bilgilere yer
verilmiş olup özetle şu hususlar belirtilmiştir:
“İş ilişkisinin devamı sırasında düzenlenen ibra sözleşmeleri geçerli değildir.
İşçi bu dönemde tamamen işverene bağımlı durumdadır ve iş güvencesi hükümlerine
rağmen iş ilişkisinin devamını sağlamak ya da bir kısım işçilik alacaklarına bir
an önce kavuşabilmek için iradesi dışında ibra sözleşmesi imzalamaya yönelmiş
sayılmalıdır. İbra sözleşmesi, varlığı tartışmasız olan bir borcun sona
erdirilmesine dair bir yol olmakla, varlığı şüpheli ya da tartışmalı olan
borçların ibra yoluyla sona ermesi de mümkün olmaz. Bu nedenle işveren
tarafından işçinin hak kazanmadığı ileri sürülen bir borcun ibraya konu olması
düşünülemez. Savunma ile ve işverenin diğer kayıtları ile çelişen ibra
sözleşmelerinin geçersiz olduğu kabul edilmelidir”
Yeni Borçlar Kanunu’nun 420. Maddesinin 4. Fıkrasında ise, ibraname ile ilgili
hususların işçinin ölümü halinde işçi yakınları için de geçerli olacağı
belirtilmiştir. Bu durumda, işçi yakınları ile yapılacak olan ibra
sözleşmelerinde de, 420. Maddenin 2. Ve 3. Fıkralarında belirtilen geçerlilik
şartlarına uymamak, ibranamenin geçersizliği sonucunu doğuracaktır.
Sonuç olarak, Yargıtay kararlarında, doktrinde ve iş hayatımızda önemli bir yere
sahip “işçinin işvereni ibra” müessesesi Yeni Borçlar Kanunu’nda kendisine yer
bulmuş, önceki içtihatların öne çıkardığı hususlar kanun koyucu tarafından
yasalaştırılarak önemli bir eksiklik giderilmiştir. Ancak belirtmekte fayda var
ki, 6100 sayılı Türk Borçlar Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkındaki
Kanun’un 1. Maddesi uyarınca, Borçlar Kanunu’nun yürürlük tarihi olan 1 Temmuz
2012 tarihinden önceki olaylara uygulanamayacaktır.